Türkiye Katılım Bankaları Birliği yayınları arasında çıkan Doç. Dr. İshak Emin AKTEPE‘nin kaleme aldığı Sorularla Katılım Bankacılığı kitabında bu konu ele alınıyor. Kitapta yer alan bilgileri aktarıyoruz.

Ortaklık veya alacaklılık sağlayan, belli bir meblağı temsil eden, yatırım aracı olarak kullanılan, dönemsel gelir getiren, misli nitelikte, seri halinde çıkarılan, ibareleri aynı olan ve şartları SPK’ca belirlenen kıymetli evraklara menkul kıymet denilir. Hisse senetleri, tahvil ve hazine bonoları menkul kıymetler arasındadır. Menkul kıymetlerin arz ve talebinin karşılandığı organize pazarlara ise menkul kıymet borsası adı verilir.


Hisse senetleri ait oldukları şirkete ortaklık sonucu verdiklerinden alım satımları ilkesel olarak meşrûdur. Ancak ortak olunacak şirketlerin faaliyet ve gelirlerine göre hüküm değişmektedir. Dinen meşrû olmayan faaliyetler için kurulmuş şirketlerin hisse senedi alınamaz. Faaliyet alanı dinen meşrû olan ve dinin onaylamayacağı hiçbir geliri bulunmayan şirketlerin hisse senedi alınabilir. Şirket ana sözleşmesinde sayılan faaliyet alanları tamamen dinen meşrû olmakla birlikte dinin onaylamayacağı faaliyetleri ve gelirleri de olan şirketlerin hisse senetlerinin alım satımında ise görüş ayrılığı vardır. Kabul edilen görüşe göre şirketin toplam aldığı fâizli kredi, hisse senetlerinin toplam piyasa değerinin % 33’ünü geçmiyorsa, şirketin fâizli bankalardaki mevduatının toplamı, hisse senetlerinin piyasa değerinin % 33'ünü geçmiyorsa ve şirketin dinin uygun görmeyeceği kârı o yılki kârının % 5’ini geçmiyorsa böylesi şirketlerin hisse senedi alınabilir. Az da olsa dinen gayr-ı meşrû geliri olan şirketlerin hisse senedi alınmaz diyenler de vardır. Temettü alındığında dinin uygun görmediği gelirler toplam gelirin içinden çıkarılıp ihtiyaç sahiplerine aktarılır. Türkiye’de Katılım Endeksi böylesi bir incelemenin ürünüdür.



Türkiye Cumhuriyeti; sınai ve ticari mülkiyetin geniş halk kitlesinde yer bulması için "ortaklık kurmayı" bir çok yönden teşvik etmiş, vergi, hisse devrinden doğan kazançlar (GVK. 80/2) yeniden değerlendirme uygulaması, finansman fonu uygulaması, hayat standardı esası uygulaması gibi çok yönlü ayrıcalıklar getirmiştir. İslam'ın "birlikte hareket etme" düsturuna iyi bakmak gerekir. Beraberce ibadet yapmayı, bireysel ibadetten daha üstün tutan İslam "Allah 'ın yardımının toplumla beraber olduğu" ilkesini her zaman hatırlatmıştır. Medine site devletinde İslami toplumun, iş, hizmet ve kredileşme yönünden çok mütevazı şartlar altında birbirlerine verdikleri destek geliştirilerek günümüze kadar getirilseydi bugün hemen hemen her konuda Müslümanların da uluslar arası yapıya sahip şirketleri olabilirdi. 



Böyle bir tercih birçok sebepten dolayı Müslümanlar arasında yaygın bir hal alamadığından dolayı Müslümanlar arasında; 

a) Sermaye birliği oluşmamış 

b) Birçok verimli proje hayata geçirilememiş 

c) Refah devleti ve toplumu gerçekleşememiş 

d) İleri teknoloji yakalanamamış 

e) Güçlü sosyal kurumlar kurulamamış 

f) Gelir düzeyi düşük kalmış 

g) İşsizlik çözülememiş 

h) Bundan dolayı tabanın sesi yönetimleri belirlememiş, dolayısıyla  iktisadi demokrasi yerine bürokrat, belli aydın kesimine dayalı baskıcı bir yönetim tarzı egemen olmuştur.

Gerek İslam ortaklık sisteminde gerekse ticari bir şirket olan Anonim Şirkette "Ana Unsurlar"da bariz bir fark görülmemektedir. ''Yardımcı Unsurlar" ve bir kısım teknik ayrıntılarda farklılığın olması tabiidir. Bu konudaki belli görüşlere göz atalım:

Anonim Ortaklığını İslam Hukuku açısından Caiz Bulmayanların Görüşleri

Özet olarak şu şekilde toplamak mümkündür: 

1) Anonim kurmak isteyen taraflar arasında karşılıklı irade beyanına (icab ve kabul) dayanan bir ortaklık anlaşması değildir. Tek taraflı bir irade beyanıdır. Kurucuların anlaşması akdin temel unsurlarından biri olan "icab" sayılamaz.

2) Şirket kar amacıyla kurulur, halbuki anonim ortaklığın statüsünde sermaye payı belirlenmesine rağmen, kazancın ne ölçüde paylaşılacağına  dair bir kayıt bulunmaz.

3) İslam'da ortaklık sistemi, ortağın bizzat aktif çalışmasını şart koşar. Şayet ortada şirkete vücut veren bir insan yoksa şirket kurulmaz, halbuki Anonim ortaklıkta şirkete ortağın aktif olarak iştiraki önemli değildir. Anonim şirketlerde esas, insanların bedensel olarak bir araya gelmeleri değil, önemli olan sermayelerini bir araya getirmeleridir. Sermaye koyan ortakların bizzat kendilerinin bu sermayeyi işletmeleri beklenmez, yönetimin belirlediği yöneticiler şirketin işlevini yürütürler.

4) Anonim ortaklığında söz ortağın hisselerdeki pay oranına göredir. Yani genel kurulda söz sahibi insan değil, şirketteki sermayedir. Bu ise, şirketin bağlı olduğu temel yasalara aykırıdır. Çünkü şirkette itibar insanadır.

5) Şirkette tasarruf sahibi yönetim kuruludur, onlara bu yönetme vekaleti' şirketin bizzat ortaklarından değil, sermayeden kaynaklanmaktadır. Halbuki, sermaye vekalet verme hakkına haiz değildir 

6) Anonim Ortaklığının sürekliliği İslam Hukukuna aykırıdır. Çünkü İslam Hukukunda şirket, ortağın ölüm, tasarruflarının kısıtlanması (hacr) delirme ve ortaklardan birinin şirketi feshetmesiyle son bulur.

7) Bu şirketin İslam Hukukuna uygun olmadığını iddia edenler, tüzel kişiliğin varlığını kabul etmeyen hukukçulardır.

8) Dr. İsa Abdul ise başka açıdan Anonim Şirketini reddediyor: "Hakikatte buna Anonim Ortaklık demekten çok aslında bir sermaye düzenlemesi demek daha doğru olur. Dileyen tek taraflı olarak hisse alımına yazılarak veya sermaye piyasası kurulundan satın alarak pay sahibi olur. Yine hisseleri elinde tutan taraf tek başına paylan satma, pay sahiplerinden izin almadan, onlara bilgi vermeden onlardan ayrılma hakkına sahiptir. Üstelik bu tip dair bize bir bilgi de gelmemiştir.

İleri sürülen bu görüşleri bir bir tahlil etmek mümkündür. Bunların çoğunu zaten çeşitli yerlerde İslam Hukukçuları tartışmıştır. Bunları tartışmasına burada yer vermeden önce Anonim Ortaklığını İslam Hukuku açısından uygun bulan hukukçuların görüşlerine bakmakta yarar var.

Anonim Şirketini İslam Hukuku Yönünden Caiz Görenlerin Dayanakları

1. Anonim şirketler faizden uzak kalması şartı ile caizdir. Anonim şirketlerinin çıkardığı hisseler ve bu hisselerin tedavüle verilmesi caizdir. Bu senetler şirkete verilen sermaye ve bu şirketin sağlayacağı kan almak için önemli ve zorunlu bir vesaiktir.

2. Gerek devlet ve gerekse özel kesim toplum yararına olan büyük projeleri realize etmek için anonim tipindeki şirketlere ihtiyaç vardır. Yalnız bu şirkete ortak olanların şirketin kar ve zararına da ortak olmaları gerekir. Karın sağlanması ya ortağın iş gücüyle veya şirkete koyduğu sermaye ile gerçekleşir.

3. Anonim şirket, İslam hukukunda yer alan inan şirketinin temel yapısına uyum göstermektedir. Şöyle ki, şirket hisselerinin ortağın sermaye payındaki hissesine göre verilmesi, ortağın şirket genel kuruluna iştirak etmesi, yasaların kendisine verdiği hakkı orada iştiraki sebebiyle yahut bizzat alım ve satıma girişmekle yahut şirket sermayesini, şirketin meşru amaçlan sınırları içinde kullanmakla yahut diğer ortaklar adına vekaleten şirket işlerini yürütmekle ve buna benzer birçok konularda anonim şirketi, inan ve diğer şirketlere uyum göstermektedir.

4. Akitlerde temel olan karşılıklı rızadır ve akitlere sadakat göstermek İslami bir farzdır. Müslümanlar anlaşma esnasında kabul ettikleri şartlara bağlıdırlar.

5. Her türlü ticari işlemlerde esas olan, zulüm ve zararı ortadan kaldıran, tercihe değer karşılıklı çıkarın bulunmasıdır. Bu anonim şirketlerde de mevcuttur. Hz. Peygamber sav "Zarar vermek, zararı zararla karşılamak yoktur" buyuruyor. 

6. Bütün bu görüşlerden sonra bence ortaya çıkan önemli husus, esasen şirket statüsünün hazırlığıdır. Şirketin faaliyet sahası, kuruluş esnasında şirket tüzüğünde yazılmaktadır. Zaten bu konu ihmal edilirse Ticaret Bakanlığı kabul etmez ve düzeltilmesi için tüzük iade edilir. Bu sebeple ortaklar, İslam'ın meşru gördüğü her türlü ticari ve sınai işletmeler kurmak için özel şartlan içine alan anonim şirketler kurabilirler.

Finansal ürünlerin zekâtı konusunu klasik eserlerde birebir bulmak pek mümkün değildir. Bu çalışmada, çağdaş fakihlerin özel araştırma kitapları ile İslâmî finansal kuruluşlar için önemli ve bir şer’î standart kaynağı kısa adı AAOIFI olan İslâmî Finans Kuruluşları Muhasebe ve Denetleme Kurumu'nun el-Meâyîru’ş-Şer’iyye‛ adlı kitabına bolca atıfta bulunularak finansal ürünlerin zekatı konusundaki görüşler ve tartışma noktaları incelenmiştir.



Hisse senetlerinin zekâtı hususunda başlıca dört görüş bulunmaktadır: İlk görüşe göre hisse senedi sahibi, senetleri ticarî gaye ile elde bulunduruyorsa şirketin faaliyet alanı dikkate alınmalıdır: İlgili şirket bir sanayi ortaklığı ise kârdan, ticaret ortaklığı ise sahip olunan paydan zekât ödenir.

İkinci görüş, hisse senedinde hem pay sahibinin niyeti hem de hisse senedinin türünü dikkate almaktadır. Buna göre;
a. Eğer kişi hisse senedini, gelirinden istifade maksadıyla almış ise şirketin faaliyet alanına göre zekât öder. Buna göre şayet şirket ziraatla iştigal ediyorsa ziraî ürün zekâtı; sanayi şirketi ise net kârdan ticarî ürün zekâtı; ticarî bir firma ise, sabit varlıkların ve yönetim masraflarının düşülmesinden sonra hisse senedinin gerçek değeri üzerinden zekât verilmelidir.

b. Eğer kişi hisse senedini, alım satımını (trade) yapmak için edinmişse şirketin faaliyet alanı ne olursa olsun ticaret eşyası gibi kabul edilip piyasa fiyatı üzerinden zekâtı verilir. Bu görüşü birinciden ayıran nokta kişinin niyetine itibar edilmesidir.

Üçüncü görüş, şirketin faaliyet alanına/kişinin niyetine bakmaksızın, hisse senedinde zekâtın, ticaret malı olarak gerekli olduğunu savunmaktadır. Ebû Zehra, Abdurrahman Hasen, Hallaf, Refik Mısrî ve Yusuf Karadâvî gibi âlimler bu görüştedir. en çok tercih edilen görüş de budur.

Dördüncü görüş zekâtı ödeyenin kişi veya şirket olmasına göre durumu farklı değerlendirmektedir. Şöyle ki;
Eğer zekâtı şirket ödüyorsa, zekâtın gerekli olduğu mal türü ve nisab, tüm şirket tek bir şahsa aitmiş gibi değerlendirilip gerçek şahıstaki zekât hükümleri aynen uygulanır. Eğer zekâtı gerçek şahıslar ödeyecekse bu durumda onun niyetine bakılır. Gelirden istifade için almışsa hisse senedini tutmaya başladığı günden itibaren bir yıl geçtikten sonra elde ettiği gelirin zekâtını öder. Ticaretini yapmak için edinmişse ticaret malı zekâtı vermelidir. Şimdiye kadar aktardıklarım, İslâm Fıkıh Akademisi ve 11. Muasır Zekât Meseleleri Kongresi’nde alınan kararlardır.



AAOIFI fıkıh heyetinin ise hisse senetlerinde zekât meselesine daha sade bir şekilde yaklaştığı görülmektedir.

Şöyle ki;

Şayet hisse senedi ticaret amacıyla edinilmiş ise ticaret mallarının zekâtı gibi (%2.5) zekâta tâbîdir. Fakat yükselişinden yararlanmak amaçlanıyorsa şöyle bir uygulama takip edilmelidir:

Hisse başına düşen zekâta tâbî mal (para, ticaret malı, tahsili umulan alacaklar) miktarı şirketten öğrenilebiliyorsa zekât buna göre ödenir. Şirketten böyle bir bilgi alınamıyorsa hisse başına düşen zekâta tâbî mal miktarı kişisel araştırma ve takdire göre belirlenir. Şirketin elinde zekâta tâbî varlık yoksa net gelir üzerinden bir yıl geçtikten sonra elde kalan miktardan zekât verilir.

Şirket yönetiminin zekâtı ödeyip ödememesinin, hisse senedi yatırımcısının ödemesi gereken zekâta etkisi konusunda ise şu görüş ileri sürülmüştür:

a. Eğer hisse senedi sahibinin gayesi alım satım yaparak gelir sağlamaksa şirket zekât vermiş olsa bile piyasa değeri üzerinden %2.5 oranında zekât ödenmelidir.
b. Eğer amacı yatırım yapmak ve dağıtılacak temettüden istifade etmekse bakılır: Şayet şirket zekât ödemiş ise hisse senedi sahibinin yeniden zekât ödemesi gerekmez. Çünkü esasında şirket onun adına zekât ödemiştir. Eğer şirket zekât ödememiş ve zekâta tâbî miktarı hisse senedi sahibine açıklamış ise bu miktarın zekât olarak ödenmesi gerekir.

c. Eğer kişinin maksadı ne ticaret ne de temettü ise sadece hisse senetlerini sattığında yıllık zekât ödenmelidir. Hisse senetlerinin fiyatının düşmesi veya başka bir sebeple satmayı beklemekte olan, uygun fiyatı bulunca satmayı hedefleyen kişiler bu gruba örnek verilebilir.

Bir başka görüşe göreyse hisse senetlerinin zekâtında asıl odaklanılması gereken nokta şirketin, şirketin bütününe yönelik olarak zekâtı ödeyip ödemediği hususudur. Buna göre; Eğer şirket gerekli olan tüm zekâtı ödemiş ise hisse sahiplerinin ikinci kez zekât ödemesi gerekmez.

Şayet şirket zekâtı ödememiş veya sadece ana sermayedârların zekâtını ödemiş ise iki ihtimal söz konusudur:

a. Kişi hisse senedini ticaretini yapmak ve alım-satım arasındaki değer farklarından gelir etme gayesi ile edinmiş ise hisse senedinin, zekâtın farz olma tarihindeki piyasa fiyatı üzerinden % 2.5 hesap ederek zekâtını ödemesi gerekir.

b. Eğer hisse senedi yatırım amaçlı, yani sürekli alıp satma değil de şirketin temettülerinden istifade etmek amacıyla edinilmişse bu miktarın % 2.5’lık kısmı zekât olarak verilmelidir.

Bir görüşe göre kişi buradan elde ettiği geliri, varsa diğer gelirlerine dahil eder. Sonra nisab (80.18 gr altın) ve üzerinden bir yıl geçme (havelân-ı havl) şartları açısından birlikte değerlendirme yaparak % 2.5 oranında zekât verir.

Bilgiselimizin sonuna gelirken aslında Müslümanlar olarak finansal piyasalarda ne kadar öksüz olduğumuzu daha iyi görebiliyoruz. Şirketin zekatı ödemesi ihtimalinden bahsediliyor ama zekat ödeyip bunu yatırımcılarına bildiren bir şirket var mı mesela?

Müslümanca yatırımın aslında ne kadar zor ve karmaşık olduğunu aynı zamanda uzmanlık gerektiren bir alan olduğunu ve harama düşmemek için mutlaka yardım alınmasını gerektiğini düşünüyorum. Bu da farklı bir bilgiselinin konusu olsun.

Yazıda İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku hocası Doç. Dr. Abdullah Durmuş'un 'Finansal Ürünlerin Zekâtı' adlı çalışmasından faydalanılmıştır.

İslami finans sisteminin geniş anlamda en temel özelliği, sosyal, politik ve kültürel alanlarda olduğu gibi ekonomi alanında da insanların yararını gözetleyen, yanlış ve haksız uygulamaları ortadan kaldıran bir sistem oluşudur (Miller ve diğerleri, 2008). Bu sistem İslam hukuku kaidelerini esas alan bir takım prensiplerden oluşmaktadır. İslami finansın bu temel prensipleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir:


Faizin Yasak Olması 

Borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri alma veya vadeli bir alacağın vadesinde ödenmemesi durumunda ek vade karşılığında alınan fazlalık olan faizin yasak oluşu (Yozgat, 2010), İslam hukukunun asli kaynaklarından olan ayet ve hadislerle sabittir. Konu ile ilgili ayetlerden birkaç tanesi şöyledir;

“İnsanların malları içinde artsın diye faizle her ne verirseniz Allah katında artmaz. Ama Allahın hoşnutluğunu isteyerek her ne zekat verirseniz; işte bunu yapanlar sevaplarını kat kat artıranlardır (Rum, 39).”

“Faiz yiyenler ( kabirlerinden ), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların, Alım-satım tıpkı faiz gibidir, demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım satımı helal faizi haram kılmıştır (Bakara 275).”

Yukarıdaki ayetlerde faiz açık ve kesin bir dille yasaklanmıştır. Vadeli alış-veriş ile faiz bir biriyle karıştırıldığından ilgili ayette alış-veriş ile faizin farklı muameleler olduğu vurgulanmış ve alış-verişin helal olduğu belirtilmiştir (Gül, 2006). Birçok konuda olduğu gibi faiz de Kur’an’da genel hatlarıyla işlenmiştir. Faiz ile ilgili detay açıklama ve uygulamaları Hz. Peygamberin kavli ve fiili hadislerinde bulmak mümkündür. Bu hadislerden birkaç tanesine aşağıda yer verilmiştir;

Resulullah, ( s.a.v.) “Yedi helak edici günahtan kaçının” diye buyurdu. Sahabe "Ey Allahın Resulu onlar nelerdir?" diye sordular. Şu cevabı verdi: “Allaha ortak koşmak, büyü yapmak, dinen öldürülmesi gerekenin dışında kanı haram kılınan birini öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaşta cepheden kaçmak, iffetli ve namuslu kadınlara iftira etmek (Mutlu, 2003).”

Faizle ilgili en çok zikredilen hadislerden bir tanesi de Hz. Peygamberin Veda Hutbesi’nde söylediği faiz ile ilgili sözleridir. “Biliniz ki cahiliye ribasının tamamı kaldırılmıştır. Anaparalarınız sizlerindir. Ne zulmedin ne de zulme uğrayın (Aktepe, 2010).”

“Altına mukabil altını, gümüşe mukabil gümüşü, buğdayla buğdayı, arpayla arpayı, hurma ile hurmayı ve tuza mukabil tuzu satmayınız. Ancak eşit miktarda ve peşin olursa o müstesna. Her kim artırır veya fazla alırsa faiz alıp vermiş olur. Bunda alan ile veren arasında fark yoktur (Yozgat, 2010).”

Faiz ile ilgili hadislere baktığımızda, faizin anapara veya sermaye üzerinde meydana gelen fazlalık olduğu ve çoğunlukla borçta ortaya çıktığı sonucu çıkmaktadır. Para dışında herhangi bir ürünün kendi cinsiyle mübadelesinde veya ticaretinde de fazlalık kısmın faiz olduğu belirtilen bir diğer husustur.

Risk, Kar ve Zarar Paylaşımı

Faizsiz finansın temelinde paylaşım ve ortaklık olgusu yer almaktadır. İslam hukuku paranın kazanç sağlamasına karşı değildir. Faiz yerine paranın emekle ve ticaretle kar ve zarar ortaklığına gidilerek kazanılmasını prensip haline getirmiştir (Khan, 2013). Yatırımcı girişimciye bizatihi ortak olmakta ve elde edilecek kar veya zarardan payını alabilmektedir. Her zaman yatırımcının zarar etme olasılığı vardır. Kar, sermayenin ticari, Sınai veya zirai olarak işletilmesi sonucu elde edilen bir artı olarak değerlendirildiğinde, kar elde etmek için mutlaka bir faaliyetin yapılması zorunluluğu bulunmaktadır (Çürük, 2013). Bu faaliyetlerden de gerek rekabet gerek ticari zorluklardan dolayı kar elde etmek her zaman mümkün olmayabilir.

İslami finansta faizin yasak olmasından fon talep eden, arz eden ve bunlara aracılık eden faizsiz finans kurumu birer ortak konumundadırlar. Aracı kurum direk olarak fon arz eden ve talep edene ortakken, fon arz eden ve talep eden de dolaylı olarak ortaktırlar. Geniş bir çerçeveden baktığımızda hem kar ile zarar hem de risk bu her üç ortak arasında paylaşılmaktadır. Risk veya kar ile zararın bütün taraflar arasında paylaşılması aşağıdaki şekilde de gösterilmektedir.


Sosyal adalet de her iki tarafın hem risk hem de kar ve zararı dengeli ve adilane bir şekilde paylaşmasını, ortaklar arasında haksız kazanca yol açacak davranışlardan uzak durulmasını, emek ve sermayenin birlikte yatırıma yönelmesini gerekli kılar (Tunç, 2010).

Belirsizliğin Yasak Oluşu (Gharar)

İslam hukuku ve dolayısıyla İslami finansın temel konularından biri de garar meselesidir. Garar kelime olarak, tehlike, risk, kişinin bilmeden malını veya canını tehlikeye atması gibi anlamlara gelir (DİA, 1996). Terim olarak ise, bir borç ilişkisinde borca neden olan konunun belirsiz olması, akıbetinin kapalı olması veya sözleşmenin haksız kazanca yol açacak şekilde kapalı olup anlaşılır olmaması anlamına gelir (Yozgat, 2010). Bir diğer deyişle satıcının ne sattığının tam olarak belli olmaması ve ne sattığını bilmemesi ve alıcının da ne aldığının tam olarak belli olmaması ve ne aldığını bilmemesinden kaynaklanan bir tür risk olarak tanımlanabilir (Tunç, 2010). Bu risk insanların veya şirketlerin maruz kaldığı sistematik olmayan riskler içerisinde değerlendirilebilir.

İslami finansta da taraflar arasında ortaklığa konu olacak ürün veya hizmetin açık, net ve anlaşılır bir şekilde bilinmesi gerekmektedir. Bu şartları taşımayan alım satıma konu ürün veya hizmetler bir tarafı riske maruz bırakacağından spekülatif olarak değerlendirilmiş ve yasaklanmıştır (Van Greuning ve Iqbal, 2008).

Garar, İslam hukuku ve İslami finansta anlaşılması pek kolay olmayan bir konudur. Ortaya çıkabileceği alanların belirlenmesi ve daha iyi anlaşılması için aşağıda birkaç örneğe yer verilmiştir (DİA, 1996).

Garar yasağı ile belirsizliğin ortadan kaldırılarak alım satımın şeffaf hale getirilmesi, alıcı ve satıcının maruz kalabilecekleri risklerin ortadan kaldırılması, mağdur edilmemelerinin sağlanması ve haksız kazancın önlenmesi amaçlanmaktadır. İslami finanstaki garardan korunma, günümüz ekonomilerde kullanılan Pazar ve tüketicilerin korunmalarına yönelik faaliyetlere benzetilebilir. Diğer taraftan garar yasağıyla doğru ve eksiksiz bilginin elde edilmesi amaçlandığından garar yasağı, modern finansın üzerinde durduğu asimetrik bilginin ortadan kaldırılmasına da benzetilebilir (Çürük, 2013).

İslami finans esaslarına göre yapılan işlemlerin taşıması gereken şartlar aşağıdaki şekilde gösterilmiştir:


Kaynak: 

Faizsiz Finansın Temel Prensipleri ile Türkiye’de Reel Kesimde Kullanılması
Hediyetullah KARAHAN - Hicabi ERSOY